Konfüçyüs (M.Ö 551-479), Lu (Shantung) eyaletinde yaşadı. Chou hanedanlığı zamanında, Hristiyanlığın doğuşundan hemen hemen 500 yıl önce yaşadı.
Küçük yaşlardayken babası ölünce, annesi aracılığıyla mütevazı koşullarda büyütüldü. Ambar bekçiliği ve kamu arazisi yöneticiliği yaptı ama asıl isteği, Chou hanedanlığının ilk zamanlarına özgü ahlak değerlerini yaymak, bu hanedanlığın kuruluş zamanında hüküm süren iki kralın, Wen ile Wu’nun ülkülerini yeniden canlandırmaktı. Ama onun dönemi zorlu bir dönemdi.
Chou hanedanlığının ilk senelerının ayırıcı özelliği olan siyasal birlik, siyasal güç, hanedanlığı oluşturan kent devletleri içindeki çatışmalarla, hanedanlıktan olmayan devletlerin yayılmacı saldırılarıyla, dağlarla vahşi bölgelerden gelen göçebe toplulukların akınlarıyla büyük ölçüde örselenmişti.
Konfüçyüs’ün kenti Lu işgalcilerin denetimi altına girmişti. Konfüçyüs, öğretisine yetke, nüfuz yarayacak bir kamu görevine atanmayı başaramamıştı. Bundan ötürü, benzer beklentiler taşıyıp benzer kuvvetliklerle karşılaşan diğerleri gibi Konfüçyüs de, ufak bir öğrenci, seyirci topluluğunun eşliğinde gittiği saraylara, yöneticilere hizmet sunarak gezginci öğreticilik yapmaya başladı.
Konfüçyüsçülük
Konfüçyüs düşüncesi, 1583’te Pekin’e yerleşen Cizvit misyonerleri, Çin bilgisi ile kültürünü özümseyip bu yeni detaylarını Avrupa’ya aktarancıya kadar Batı dünyasında bilinmemektedu. K’ung Fu-tzu adını Latinceleştiren de bu Cizvitler olmuştu ve böylece bu büyük bilge, dünyanın birden fazla yerinde Konfüçyüs adıyla tanındı.
Konfüçyüs, Chou hanedanlığının ilk senelerını -beş yüzyıl önceyi- bir altın çağ olarak adlandırır. O dönemin ülkülerini canlandırmanın, bu çatışma, hizipleşme çağında Çin’in birliğini yeniden sağlamanın yolu olduğunu; kendisinin de o eski değerlerin aktarıcısı olduğunu, ortaya yeni değerler koymadığını düşünüyordu.
Uyum, bütünlük, denge, Çin düşüncesinin içgüdüsel kabulleri olagelmiştir hep. Bu olgu,
Konfüçyüsçülük kadar Taoculuk ile Budacılığın da Çin kültürünün bir parçası olmasına karşın, bu üç kuvvetli akım içinde yarışın pek az olmasını açıklar. Bu üçünün karşılıklı ilişkileri, bir Çin özdeyişiyle “üç din tek dindir” sözüyle apaçık betimlenmiştir. Her biri diğer ikisinin tamamlayıcısı gibidir; her biri, mevcut duruma en uygunları olduğu düşünüldüğünde kullanılır. Taoculuk ile Budacılık Konfüçyüsçülüğün büyük ölçüde göz ardı ettiği gizemcilik, tinsellik boyutlarını sağlamıştı. Konfüçyüsçülük de kamu yaşamı ile devlet yönetiminde esin kaynağı olmuştur.
Ahlak ve Jen
Konfüçyüs’e göre tüm toplumsal, siyasal erdemler, temelde, genişletilmiş kişi erdemleriydi. Eğitim ahlak bilgisi edinmekti. Ama bu bilgi, belirli eylemlerle tutumların iyi olduğunu söyleyen bir bilgi olmakla kalmazdı; bunun yanı sıra uygulamada, deneyim aracılığıyla -iyi olmakla, iyiyi yapmakla- edinilen bir bilgiydi. Kişi hocasını örnek alarak öğrenir; bir başkasına da, onlara misal olarak öğretir. Konfüçyüs, böylesi bir eğitimin erken yaşlarda başlayıp, yaşam boyu sürmesi gerektiğini savunurdu.
Ahlaksal iyilik kavramının merkezinde “jen”, yani iyilikseverlik veya insan sevgisi düşüncesi mevcuttur. Çince’deki bu sözcüğün tam karşılığını bulmak güçtür. İnsanlar içinde kurulması gereken en iyi ilişki şekilini karşılamak üzere, kimi zaman ‘iyilikseverlik’ kimi zaman da ‘insancıllık’ diye tabir edilir. Doğuştan gelme bir kabiliyetin alıştırmalarla güçlendirilmesiyle değil, birinin kendini eğitme çabasıyla geliştirilen özel bir yetidir “jen”. Konfüçyüs, Konuşmalar’da “jen” veya iyilikseverlik ile ilgili şöyle der: “Eğer gerçekten dilersek olur.” Konfüçyüs’e göre “jen”, ‘efendi’ veya ‘üst insan’ dediği kimsenin en önemli, biricik sıfatıdır. Bu kişi öğrenmeye öylesine düşkündür ki, içtenlikli öğrenme uğraşı ona “yemek yemeyi unutturur”, “yaşlandığının farkına varmaz.”
İyilikseverlik, birinin kendisine dönük ilgisinin, kendinden hoşnutluğunun üstesinden gelmesini gerektirir; iyilikseverliğin yolu; her yönüyle insan davranışlarını düzenleyen, örnek eylemlere ulaşmasında insana kılavuzluk etmek üzere dizayn edilmiş olan bir kurallar veya ilkeler bütününe uymaktır. Bunların ayrıntı kısmı hep aynıdır. Bunlar, işlem, eylem ve tüm merasimlerin bunun yanında, jestlere, tavırlara, giysilere, devinimlere, yüz ifadelerine ilişkindir.
Konfüçyüs, gerçek iyilikseverlik veya gerçek insancıllığın, gönül ile zihnin dışsal davranışlarla tutarlık gösterdiği bir kişi bütünlüğünü gerektirdiğini savunurdu.
Konfüçyüs, öngörülen ahlaksal bütünlüğün sonucu olan eylemi, yani hep yararın, öğretmenin amaçlandığı bir kişi ahlakını geliştirmekle bir araya gelen bütünlüklü iyilikseverliğe ahlak yönünden uygunluk diye tanımlardı. Öğrenme sevdası, burada gereken kavrayış şekilinin edinilmesindeki temel öğedir. Konfüçyüs’e göre, “öğrenme sevdası olmaksızın iyilikseverlik sevdasına düşmek insanı aptal eder”; iyi niyetli olmak yetmez. Misal verilecek olursa, cömert olduğunu göstermek için, varlığını ayırım yapmaksızın bir başkasına dağıtmak yetmez.
Bilgi ile öğrenme, ahlaksal kavrayışı daha da ilerletmeye yardımcı olmaktadır; kişi, böylece, cömertliğini nasıl gerçek bir iyiye göre yönlendireceğini görebilir. Bilgi, öğrenme, deneyim, birinin yaşamda nelerin değiştirilemez olduğunu görmesine, bunları çabayla değiştirilebilir olanlardan ayırmasına yardım eder. Konuşmaların sonunda şunlar söylenir: Konfüçyüs dedi ki ‘Yazgı anlaşılmadıkça iyiliksever olmak da olanaklı değildir’ Konfüçyüsçü öğretide yazgı değişmezleri yönetir, yani yaşam süresi, ölümlülük gibi şeylere ilişkindir. Değişmez zorunluluklar ile ilgili düşünmek, birinin bunları değiştirmeye çalışmanın boşuna olduğunu kabul etmesini, çabayı geliştirilebilir olanla, yani ahlak yetileriyle, ahlak anlayışıyla uğraşmaya yöneltmenin daha iyi bulunacağının ayrımına varmasını sağlar.
Konfüçyüs, yöneticilere “eğer siz iyiyi isteğe göre, insanlar da iyi olur” der. Ayrıca, insanın insan olarak kalacağını, “efendinin doğasının yel, sıradan insanın doğasının da ot gibi olduğunu; yel estiğinde otların hep eğildiğini”; bundan ötürü de yönetimin, daima, her üyesinin açıkça belirlenmiş bir role sahip olduğu bir toplumda yetkesini iyilikseverlikle kullanan bir yönetici topluluğunun elinde olduğunu savunurdu.
Konfüçyüs bireylerin doğuştan eşit olduğuna inanırdı; eğitime ilişkin tüm görüşlerinin altında yatan, sonraki yüzsenelerda Çin’in eğitim siyasetini etkileyen onun bu inancıydı.
Konuşmalar’da ‘adların düzeltilmesi’ diye anılan Konfüçyüs öğretisi enteresan felsefi sonuçlara varır. Konfüçyüs, kendi zamanında ‘efendi’ adı verilen kimseler eskiden öngörülmüş efendilik betimine göre davranmadığı için endişelanırdı. “İnsancıllığı terk etmiş efendi, bu adı nasıl taşıyabilir?” diye sorar; yönetmenin doğru davranan bireyler için kolay bir iş olduğunu, böylece “prensin prens, bakanın bakan, babanın baba, oğlun da oğul” bulunacağını söylerdi.
Geçmişin, ataların yüceltilmesi, töremlere gösterilen büyük ilgi, evlatlık görevi ile baba oğul ilişkisinin öneminin ısrarla vurgulanması, Konfüçyüsçülüğün Batı geleneğine aykırı düşebilecek yönleridir. Gene de, Batı tüm bu yönelimlere -aile bağları ile büyüklere saygıya; adetlere, uylaşımlara, merasimlere değer vermeye; ılımlılığın, sakinimin ölçülü bir alçakgönüllülüğün ahlaksal önemine- bir ölçüde aşinadır. Konfüçyüs’ün bakış açısını anlamamak, onun değerleri ile uygulamalarının birçoğunun evrensel olduğunu görmemek olanaksızdır.
Konfüçyüs ve Eski Yunan
Konfüçyüsçü düşünce ile eski Yunan’da, M.Ö. 6.-5. yüzsenelerda yaşanan Sokrates öncesi filozoflarının kimi düşüncesi’ içinde büyük benzerlikler mevcuttur. Bu filozoflardan Anaximenes insan ruhu ile doğanın, bir bütün olarak, tek bir ortamı paylaşımı yaptığını öğretmişti; Pythagoras tinsel saflığı korumak üzere töremleştirilmiş davranış şekilleri geliştirmişti; matematikle kavranan göksel uyum ile insan ruhu içinde bir ahenk olması gerektiğini düşünürdü; Herakleitos ise Logos düşüncesini, bir tür evrensel adaleti veya denkliği korumaya yarayan, dengeli geliş gidiş ilkesini ortaya atmıştı.
Konfüçyüs’ün kişiliği, alçakgönüllü bilgeliği, kendini öğretmeye adayışı, Sokrates’in benzer donanımlarıyla karşı karşıya geldirıla gelmiştir; Sokrates’in altın kuralı, “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” diyen kural, ahlakçıların genel geçer kaidelerindan biridir.
Konfüçyüs metafizik kurgulamalar geliştirmekle uğraşmamıştı; insan bilgisinin doğasına veya olanağına ilişkin bir kuram da geliştirmemişti. Ama yine de, insan zekasının bilme iddiasında olduğu şeylerin sınırları hususunda hassasydı. Dolayısıyla deneysel bilgi sayılacak bilgilere dayanma güvencesine sahip olmayan savları ortaya atmaktan kaçınırdı. Bir keresinde, karşısında düşüncesizce konuşan birine “efendi olanın bilgisiz olduğu hususta hiçbir kanı bildirmemesi beklenir” demişti. Tzu-lu’veya şunları söyler: “Sana bilmenin ne olduğunu söyleyeyim mi? Bildiğin zaman bildiğini, bilmediğinde de bilmediğini söylemek, işte bilgi budur.”
Konfüçyüs’ün M.Ö. 479’da Çiyu-fu’da ölümünden sonra öğrencileri onun öğretisini sessiz sedasız sürdürdü. İki önemli seyircisi Mensiyüs ile Hsun Tzu, Konfüçyüsçü düşünceye kendi fikirlerini, kendi vurgularını da katarak, seçkinlerin eğiticisi oldu. Onların çağı, yöneticilerin saraylarında ahlak ile siyasete ilişkin birden fazla düşünsel tartışmanın geliştiği bir dönemdi.
Bundan böyle Konfüçyüsçülük -daha doğrusu Yeni Konfüçyüsçülüğün çeşitli şekilleri- Çin kültüründeki ana akışın bir parçası olarak varlığını sürdürdü, eğitimin Konfüçyüsçü temel yapıtlara dayanmasından ötürü halka yayıldı. Böylelikle Konfüçyüsçülük geniş, değişken bir ülkede yaşayan binlerce kişiyi birleştirdi. Hem kişisel hem kamusal ülküler sunduğu, kişi ile kamu içinde net bir halka oluşturduğu için ayakta kaldı.
Konfüçyüs ile seyircilerine atfedilen özdeyişlerle öğretiler, M.Ö. 6. yüzyıldan 1911’de Ch’ing hanedanlığının kaldırılışına kadar geçen 25 yüzyıl boyunca, Çin’in ahlaksal, toplumsal, siyasal yapısını şekillendirdi. Çin İmparatorluğu’nun hemen hemen tüm kurumları, gelenekleri, amaçları, özlemleri Konfüçyüs’ün erdemli birey, erdemli toplum anlayışına dayanıyordu. 20. yüzyılın ilk senelerına kadar Çin’de eğitim, aşağı yukarı tümüyle, Konfüçyüs’ün ilkelerine göre şekillendirilmişti. 1313’ten 1905’e kadar sürdürülen devlet görevliliği sınavları Konfüçyüs’ün ”Dört Kitap” diye bilinen yapıtlarını okumayı gerektiriyordu.
20. yüzyıl ortalarında Çin’de Konfüçyüsçülük hemen hemen tümden yadsınmıştır. Çin, Batı dünyası karşısında kendisini değerlendirmeye giriştiğinde, Konfüçyüsçülüğün katılığına, geçmişten devşirme ülkülerine, sıradüzen ile merasim saplantısına yönelik eski eleştiriler yeniden gündeme geldi.
Seçmeler
“İyi yaşamayı sonraya bırakan; yolunda ırmağa raslayıpda akıp geçmesini bekleyen adama benzer. Irmak hiç durmadan akıp gidecektir.”
“Halkı kanunlarla yönetip cezalarla düzeni sağlarsanız, onlarda cezalardan kaçınacaklardır; ama bu arada ar duyguları da kaybolacaktır. Lakin onları kendi güzel ahlakınızla yönetip düzeni de vazifelere bağlılığınızla sağlarsanız, ar duyguları onları terk etmeyecek ve bu ölçüye göre yaşayacaklardır.”
“15 yaşımda zihnimi vicdanıma bağladım. Otuzumda dimdik durdum. Kırkımda şüphelerimden kurtuldum. Elli yaşımda ilahi kanunları anladım. Altmışımda uysal bir kulağım oldu. Şimdi yetmişimde, doğruluğu elden bırakmadan kalbimin tutkularının peşinden gidebilirim.”
“Erdemsiz bir insan mahrumiyete fazla tahammül edemez; nasıl ki mutluluk içindeyken bile rahat edemezse. Lakin erdemli insanın barındığı yer yine erdemin içindedir, akıl sahipleri hep bunu arar.”
“Doğa eğitimin önüne geçerse, bir dağ adamı yetiştirmiş olursunuz. Eğer eğitim doğanın önüne geçerse, katip yetiştirmiş olursunuz. Doğa ve eğitim doğru oranla harmanlanabilirse fakat o zaman üstün özellikleri olan insanlar yetiştirebilirsiniz.”
“Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir.”
” Düşünmeden öğrenmek faydasızdır. Öğrenmeden düşünmekse tehlikeli…”
“Karanlığa söveceğine kalk bir mum yak.”
“Allah’ım, senden başka hiçbir şeyi olmayan ben senden başka her şeyi olanlara acırım.”
“Bildiğini bilenin arkasından gidiniz. Bildiğini bilmeyeni uyandırınız. Bilmediğini bilene öğretiniz. Bilmediğini bilmeyenden kaçınız.” “Kamil insan; kişisel olarak ciddi, büyüklere hizmet ederken saygıyı elden bırakmayan, halka karşı çok nazik olan ve onları yönetirken de adaletli davranan kişidir.” “Erdemli kişi, ne kadar zor olursa olsun, hizmeti öne koyar, ondan ne fayda temin edileceği ise ardından düşünülecek bir meseledir.”